Eskiden arabanın buğulu camında tutardım elimi,çekip burnuma götürdüğümde panço cipsinin o bayatlayınca kirli çorap esansını andıran kokusunu alırdım. Tiksinç şeylerden mutluluklar üretmekte üstüme yoktu. Yağmur sonrası çatılardan şıpşıplayan suların altından geçerdim herkes o kirli sudan kaçarken mesela… Jöle niyetine saçımı tarardım o suyla…
Çok kirlenmek isterdim;mahalle maçlarında hiç de topu kapmak için değil,safi eve döndüğümde anneme iş olsun diye defalarca yerden yere atardım kendimi. Her şeyi gereğinden fazla abartmayı severdim. Herşey defalarca olmalıydı,defalarca…
Babamdan 20.000 lira haftalık alıyordum ve o parayla nitelik olarak neyi en çok alabiliyorsam sadece onu almayı planlıyordum. Bu “fordist” tüketim isteğim,o zamanlar kutusu 3.000 gayme –ki bu gayme mahallenin abilerinin lira yerine kullandığı para birimiydi ve bizim mahallede lira/gayme paritesi T.C Merkez Bankası’ndan bağımsız olarak sabitlenip 1 (bir) olarak kabul edilmişti- olan Coca Cola’dan haftada 6 tane alma kararıma öncülük ediyordu.
Kalan paramı Tommiks-Teksas romanlarına yatırıyordum ve “Yine mi bu mecmuaları okuyorsun?” diye çığıran anneanneme kıl oluyordum. O zamanlar anneanneme,onun emri doğrultusunda -dikkat kesilin,nine de değil- nene demek zorundaydım ki bu da ona ayrı bir ifrit olma vesilesiydi. Esasen -toprağı bol olsun- çok iyi bir kadındı,ve hayatımda beni en çok seven kadındı belki de ama tek kusuru hemen hemen hayatımda varolmuş her kadın gibi,hep onunla olmamı ve ondan başka bir şeyle çok ilgilenmememi istiyor olmasıydı. Onun bildiği tek aktivite doktorculuk oynamaktı,bense tiksinç şeylerden mutluluklar üretip kirlenmek istiyordum,bir de fütursuzca Cola içip Tommiks okumak…
Kafka’nın “Yasanın önünde” öyküsündeki silik kahramanımız yıllarca yasanın giriş kapısında beklemişti. Kapı bekçisi gözünü öyle bir korkutmuştu ki,giriş izni almadan giriş kapısından adım atamayacağı kafasına yerleşmişti. Kapı bekçisinin dediğine göre,kahramanımız bu kapıdan girse bile,bu daha en kolay girebileceği kapıydı ve ileride onu daha kudretli kapıların önünde bekleyen daha kuvvetli bekçiler bulunmaktaydı. Kahramanımızın silik olmasının nedeni,çok istemiş olmasına rağmen ilk kapıdan girmeye bile cesaret edemeyip ömrünü kapının önünde tüketmiş olmasıydı.
Ve fakat ölmek üzereyken silik kahramanımız,bir deli cesaretiyle ilk kapının önündeki bekçiye, “Herkes yasaya ulaşmak için çabalar,nasıl oldu da bu birçok yıl içinde benden başka kimse giriş izni talep etmedi?” diye sorunca,o hayalkırıklığına uğratan cevabı alır : “Burada senden başka kimse giriş izni alamazdı,çünkü bu giriş sadece sana ayrılmıştı. Şimdi gidip onu kapatıyorum.” !
Ne zaman bu öykü aklıma gelse,bahsedilen kapıları hayatın belli dönemlerinde aralanması gereken,yaşanan kişisel deneyimler ve üretilen düşüncelere açılan özgün tapınakların girişleri diye düşünürüm ben,bekçileri de belki cesaretimizi toplayıp yıkmamız gereken korkularımızdır. Dün tiksinç şeylerden mutluluklar üretip kirlenmek istiyordum,bugün aynı çocuksu heyecanla insanları ve hayatı dikkatle gözlemliyorum. Fütursuzca Cola içip Tommiks okuduğum günleri daha dün gibi hatırlarken;şimdi hayatıma dair ne varsa,neyi görüp üzerinde düşünüyorsam yazmak istiyorum.Belki gecenin kör vakti izlenerek dumura uğratan bir filmin en kıyak sahnesini ya da bindiğim metrobüsteki yaşlı teyzenin kulak misafiri olduğum tirajikomik hikayesini, tuttuğum takımın hal ve gidişatından tutun da başbakanın dediğinden ne anladığıma kadar… Hayat benim için her dönemde gözlemleyince ve sonrasında da düşüncelerimi özgün bir şekilde yansıtınca güzelleşiyor.
Yazmayacak olsam ölecekmişim gibi geldi,ama siz okumazsanız ölmezsiniz.
Bence, yani galiba…;)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder