24 Ekim 2011 Pazartesi

Duygu Canbaş'ın sözüne artık alıştım da, Müge Anlı'nın sazını kim kıracak ?


Habertürk spikeri Duygu Canbaş'ın, deprem haberini verirken sarfettiği "HER NE KADAR Türkiye'nin doğusunda da olsa, hepimizi derinden üzdü (!)" cümlesine hiç girmeyeceğim. Çünkü Duygu Canbaş'ın gafı; çoğumuzun içinde insani duygular her daim ön plana çıksa da, o duyguların bir adım gerisinde yıllardır bu ülkede öğretilen nefret tohumlarının böyle bir afette bile her daim canlı durduğunu anlatması yönünden ibretliktir ve bence araştırılması gereken bir durumdur.

Fakat Müge Anlı'nın terbiyesizliği Duygu Canbaş'ın faşizm soslu gafı kadar safça ve salakça değil !

Aşağıdaki video'yu daha önce izlemediyseniz lütfen 2 dakikalığına katlanın, yok eğer daha önce gördüyseniz daha fazla midenizi bulandırmayın.



Lafı uzatmadan, dolandırmadan söyleyeceğim !

Bu bir doğal afet ! Böyle bir olay ne zamandan beri siyasetin, ticaretin ayağına düştü ? Depremzedelerden bahsederken iki lafın arasına yemeyip içmeyip ucuz popülizm kokan cümlelerle siyasi mesajlar karıştırmak, sözümona had bildirmeye çalışmak ne zamandan beri bu dedikoducu kadının işi oldu ?  Orada ailesini, sevdiklerini kaybedenler var. Şanslı olanlar sadece evini kaybedip şu anda sokaklarda donanlar...

Oldu olacak oraya gönderilen yardımları dağıtmadan önce depremzedeleri polise taş atıp atmadıkları konusunda sorguya çeksinler, ya da Müge Anlı'nın dediği gibi "alın bu yardımları ammaa, içinizde taş atanlar var, haddinizi bilin, bak deprem olunca nasılmış bu cici devlet!" diye ufaktan kulak çeksinler. Had bildirsinler ! 

Hatta ileri gidilip yardım dağıtılmadan önce insanları sıraya dizip "Andımız" falan da okutulabilir, maksat yardımdan ziyade "cahil kalmış(!)" halkımızı bu olayda da siyasi bir mesajla bilinçlendirmek !

Naçizane tavsiyem Müge Anlı da yıllardır birbirimize yaptığımız şakayı müfredatına alıp erkek depremzedelere İstiklal Marşı'nı "tersten" okutsun. Bak ben buna memnun olurum, o da hakettiğini bulmuş olur !  

4 Ekim 2011 Salı

Aile sevgisi : Baba,oğul ve kutsal Bukowski !

“…-baban kötü bir insan mıydı?
-bilmiyorum, efendim.
-ne demek bilmiyorum?
-yani kıyaslamak güç, efendim. sadece bir babam oldu.
-benimle kafa mı buluyorsun, stirkoff.
-hayır, efendim: dediğiniz gibi, adalet yoktur.
-baban seni döver miydi?
-sıra ile döverlerdi, efendim.
-hani bir baban vardı?
-herkesin bir babası vardır, efendim. ben annemi kastetmiştim. o da kendi payına döverdi.
-seni sever miydi?
-kendinin bir uzantısı olarak, evet.
-sevgi başka nedir ki?
-iyi bir şeye değer verecek kadar sağduyulu olmaktır. kan bağı gerekmez. kırmızı bir deniz topu ya da üzerine tereyağı sürülmüş kızarmış ekmek de sevilebilir...”



Yukarıdaki bol enter’lı diyalog ”bir Yılmaz Özdil production” değil;aksine her faninin okuması gereken,ve de zaten küçükken çoğu kimsenin okuyup da ergenleştikçe “ergen yazarı” yaftasını yapıştırıp arkadaş ortamında bir adım öne çıkmaya çalıştığı Bukowski’nin kitabından bir kuple alıntıdır. Ben tarzını kayıtsız şartsız severim. Bukowski’yi bu şekilde etiketlemeye çalışmak da ne okuyucusu olarak beni rahatsız eder,ne de yazar olarak onun değerini düşürür. Hatta hakkında böyle ileri geri konuşulduğunu duysa,eminim en derinden bir “hassiktir!” çeker. Evet;böyle düz ve biraz da argodur kafir ama taşı gediğine koyar,mühim olan da bu…




Bu alıntıyı yapma nedenim sevginin tanımını -ki alıntıdan bir çok değişik konu masaya yatırılabilir, peynir ve kavunla da güzel gider- sevginin en dogma kabul edildiği kurumun -ailenin- üzerinden incelemek…


“Aile sevgisi” kavramına verilen önem,Antik Çağ dönemine kadar uzanıyor. Platon;"Devlet"inde; yönetici ve koruyucular sınıfı (modern zamanımızın hükümetlerine denk gelir) için komünist yaşam tarzını önermişti. Buna Aristoteles’ten gelen itirazın temel dayanağıysa,bu yönetim tarzının aile sevgisi kavramını tahrip etmesiydi. 

Aristoteles abimize göre;hiç kimse,kamu çıkarını herkesin ve herşeyin üstünde tutacak kadar bilge biri dahi,ailesini sevdiği kadar başkalarını sevemez. Zaten itirazının diğer boyutu de özel mülkiyetin herkes için doğal olduğundan gelir ki;bunun da günümüzde mal,mülk ve döt büyüklüğüne verilen öneme denk geldiğini düşünürsek,doğruluğunun tartışılması teklif dahi edilemez !




Yukarıdaki alıntıda da Stirkoff  ebeveynlerinin kendisini -her şeye rağmen- sevdiğinden Aristoteles abimizi desteklercesine emin… Fakat sorgulayıcılığı -bilerek ya da bilmeyerek- bir adım öteye götürüp,dramını ailesinin onu sadece “kendilerinin bir uzantısı” olarak sevmesi üzerinden kuruyor. Özellikle babasından kaynaklanan memnuniyetsizliği açıkça belli olan Stirkoff,yine de babası hakkında “kötü” kelimesini kullan(a)mıyor.




Kabul, bahsedilen insan ailemizden biri olunca değerini kaybeden bir sorudur o insanı neden sevdiğimiz… Fakat ben de bazen,eğer şu an sahip olduğum ailemden olmasaydım ve onlara yabancı biri olarak bir şekilde onlarla tanışmış olsaydım,beni salt ben olarak severler miydi diye düşünürüm. Stirkoff da galiba kendi ailesini o kadar yabancı düşünüyor kendisine...


Tamam,aile halkasının dışındaki kişilerin yaptığı ufacık hataları bile kimi zaman gereğinden fazla yargılarken,aile bireylerinin koca hatalarını görmezden geliyoruz,sevgimiz kapatıyor gözümüzü… İşte Stirkoff da çoğumuz gibi ne kadar kötü davranırlarsa davransınlar,o yüzden kötü diyemiyor herhalde ebeveynlerine…


Hatta kendimizi Stirkoff’un babasının yerine koyarsak,aileden birini kaybetme korkumuz olmadığından -ne de olsa annemiz,babamız,çocuğumuz veya kardeşimiz olduğundan- aile bireylerimize karşı daha dikkatsiz davranma ehliyetini daima saklı tutuyoruz arka cebimizde…



Anayı babayı sevmeyelim,çocukları da cami avlusuna bırakalım demiyorum ama sadece metin üzerinden aileye karşı geleneksel bakış açımızı bir düşünelim. Nasıl olsa döneriz buralara,konu derin… Ben uzun zamandır not etmiş bulunuyorum,siz de not edin.

Tam metin için,Bukowski babadan “Pis Moruğun Notları” kitabı, Parantez Yayınları.

  


30 Eylül 2011 Cuma

Bozulan canlılar !

Soha, mahallenin en eski kedilerinden...
Yavrulamış kendisi, miktarı lazım değil;
bir yavrusu da dolana dolana bulmuş fakirhaneyi,
fakirhane dediysem; biraz kuruyemiş ve dublelerce içki...
Halit Ağabey gülüyordu Soha'nın yavrusuna bakarak;
ki kendisi mekan sahibi...
Dedim "Halit Abi,baksana ne güzel kedi!"
Düzeltti beni; "Ne güzeli ulan!
Kedi işte,bozulur büyüdükçe
tıpkı insan gibi..."

29 Eylül 2011 Perşembe

Bir karikatürün bir ülkede düşündürdükleri, ya da sadece benim düşündüklerim...



Güldünüz mü ? 

Ben çok gülerim bu karikatüre...

Peki sizin de güldüğünüzü varsayarsak,neden güldüğünüzü hiç düşündünüz mü ?

Ya da en azından ben niye güldüm ?

Çünkü bizi güldürmeyi amaçlayan mizahi öğeler,çoğunlukla geleneksellere ters açıdan bakar ve gülersin. 

Kültürel,dinsel,sosyal vb. olguların,alışılmışlıkların üzerine gider,bana hiç görmediğim manzaraya açılan bir pencere sunar ve gülerim.

***

Ben bunu niye anlattım ?

Çünkü dün Bahadır Baruter hakkında aşağıdaki karikatür yüzünden dava açıldı.


Karikatürün kendisini şahsen komik bulmadım. Önce anlamaya çalıştım;zekatın bile SMS yoluyla verilebildiği günümüzde,beyni yemiş bir adamın inandığı yaratıcı ile mobil iletişim çabasını mı yansıtmaya çalışmış acaba diye düşündüm.

Tam olarak hangi dini olguyu terse yatırdığını tam anlayamadığımdan bana komik gelmedi.

Ama konumuz basit bir "komik mi, değil mi?" tartışması değil... Bir başkası Baruter'in neyi betimlediğini anlayıp da çok gülmüş olabilir,ona da kabul...

Ama bir şeyi kabul edelim : 

Eğer Baruter'in karikatürü inanca saygısızlık ise,yazının başındaki "Nuh'un gemisi" temalı karikatür de aynı derecede inanca saygısızlıktır.

Hatta Baruter'inki tek bir semavi dine saygısızlıksa eğer,bir üstündeki karikatürde -bütün semavi dinlerin kitaplarında bahsedilen "Nuh'un gemisi" konu edildiğinden- 3 kat saygısızlık vardır.

Yani aslında demek istediğim;Baruter'e açılan dava mizahın ruhuna açılmış bir davadır ve yargılanan da mizahın ta kendisidir. 

Çünkü bizi güldürmeyi amaçlayan mizahi öğeler,çoğunlukla geleneksellere ters açıdan bakar ve gülersin. 

Kültürel,dinsel,sosyal vb. olguların,alışılmışlıkların üzerine gider,bana hiç görmediğim manzaraya açılan bir pencere sunar ve gülerim.

***


Olayın aslında yukarıda anlattıklarımızla hiçbir alakası yok.

Yukarıdaki bütün varsayımlardan uzak,Baruter'in sadece karikatürlerin duvar motiflerinin arasına yazılmış "Allah yok.Din yalan." cümlelerinden ötürü mahkemeye düştüğünü biliyoruz.

Yoksa dini ritüelleri ve kalıpları kullanan -Nuh'un Gemisi temalı karikatürde gördüğümüz gibi- birçok karikatür var ve hepsine dine saygısızlıktan dava açılmaya kalkılsa, "Tecavüz edilen tecavüzcüsüyle evlensin, iş yükümüz zaten ağır!" diyen HSYK bir de bu davalarla mı uğraşacak ?


Karikatürlerde karikatüristin kendi görüşünü direkt olarak yansıtması karikatürlerde çok görülen bir durum değil. Karikatürler genelde doğaları gereği karikatüristin düşüncesini dolaylı yoldan anlatırlar. Bir başka deyişle,karikatürlerde "göte göt denmez,sen karikatürün o ince,o mizahi anlatımından götün göt olduğu çıkarımını yaparsın"

Şahsen ben bu karikatürde duvar motifi olmasa da,Baruter'in dine ve bir yaratıcının varlığına inanmadığı varsayımını çıkarabilirdim.

Fakat Baruter geleneksel karikatür anlatımının dışına çıkıp,tamamen "ifade özgürlüğü"ne giren bir cümle kullanıp inançla ilgili görüşünü belirtmiş ve ülkemizin en klasik sorununa -bilerek veya bilmeyerek- parmak basmış. 

***

Bu ülkenin başbakanı "Partimin programında laikliğin tanımı şudur : 'Kişi laik olmaz,devlet laik olur.' Bir müslüman olarak,laik bir devleti yönetirken bütün inanç gruplarına devlet eşit mesafede olur,Müslüman'a da,Hristiyan'a da,Musevi'ye de,ateiste de..." diyeli daha 15 gün bile olmamışken...

Üstelik de bu başbakan zamanında sadece bir şiir okuduğu için 4 ay hapis yatıp,siyasi hayatı uçurumun kenarına gelmişken...

Bence o başbakanın memleketinde ifade özgürlüğü yüzünden kimsenin hakkında dava açılmamalıdır.

Umarım başbakan da,Bahadır Baruter'e açılan bu davayı -Müslüman da olsa- devletin başbakanı olarak ayıplamıştır.

Tıpkı zamanında,başbakan ile hayat görüşü çok farklı olan Ahmet Kaya'nın,kendisine açılan davayı ayıpladığı gibi...


***


Tayyip Erdoğan'ı seversiniz ya da sevmezsiniz.

Ahmet Kaya'yı seversiniz ya da sevmezsiniz.

Ama ne zaman Ahmet Kaya'nın yukarıda yaptığını,hemfikir olmadığımız insanlar için yapacak duruma gelirsek,işte o zaman insan olarak bir adım ileriye gideriz.

İşte o zaman ülke olarak bir adım öne çıkarız.

İşte o zaman Baruterlere dava açılmaz.     

27 Eylül 2011 Salı

3S (Suçsuzluğun Suskun Senfonisi)

Buralar soğuk,gelme
Sert bir kar fırtınası
Burası;
Ötenazi yatağı...
Ve birileri hala,
Ve daima
Susuyorlar hayata kızgınlıklarını...
Bir ot bitmeye görsün,
Nasıl koparıyorlar acımaksızın;
Bir çiçek açmaya,
Bir çocuk gülmeye görsün
Hiç yok yere
Nasıl piç ediyorlar mutlulukları...
İşte senin,
İçte benim,
Suçumuz susmak bunlara
Elimiz kolumuz bağlı…

24 Eylül 2011 Cumartesi

Biraz Zeynep Altıok ve üniversiteler, biraz biz ve çok az da hoşgörü...

Liberalinden muhafazakarına,tatlı su solcusundan ılımlı İslamcısına,kim “düşünce özgürlüğü” ve “ifade özgürlüğü” hakkında atsa mangalda kül bırakmıyor.

Halbuki birbirinden farklı birçok konu başlığında kompleks olarak kutuplaştığımız tartışılmaz bir gerçek ve kutuplaştıkça da insanların birbirlerinin düşüncelerine ve yaşam tarzına karşı hoşgörüsüzlüğü toplum yaşamında daha da açığa çıkıyor.  
Toplumda varolan farklılıklara karşı hoşgörüsüzlüğü bir kenara bırakırsak,bir ülkedeki düşünce ve ifade özgürlüğünün ne derece ileride olduğunu nereye bakarak anlarız ?

Bence,asıl amacı özgür olarak bilim ve özgün düşünce üreterek toplumun itici gücü olması gereken üniversitelerin bu konuda nasıl hareket ettiklerine bakmak,konuyla ilgili hangi seviyede olduğumuzu görmek için yeterli bir kriter olabilir.

****

Önce 2000 yılındaki Edward Said olayını hatırlayalım.

Columbia Üniversitesi Öğretim Üyesi,Karşılaştırmalı Edebiyat Teorisyeni Prof. Edward Said; o tarihlerde kanının kaynadığı Filistin meselesinde aktivist damarını tutamayıp Lübnan sınırındaki İsrail karakoluna taş atınca (yanlış duymadınız,taş attı adam!) ve yukarıda gördüğünüz kare de medyada büyük yer bulunca,Amerika’daki İsrail lobisi ayağa kalktı. Columbia Üniversitesi’nin üstünde kurulan baskı,Prof. Edward Said’in öğretim üyeliğine derhal son verileceğinin işareti gibiydi.

Ve fakat üniversite yönetiminden,Rektör Yardımcısı Jonathan Cole’un, John Stuart Mill’in “Özgürlük Üzerine” eserinden referans vererek kaleme aldığı o harika açıklama gelmişti :

"…eğer said'in özgürce yazma ve konuşmasını güvence altında tutmayı reddedeceksek, bir sonraki bastırılanın kim olacağını da, kimin fikirlerini çekinmeden ifade edeceğini belirleyen engizisyon üyesinin kim olacağını da şimdiden düşünmeye başlamamız yerinde olmaz mı?
...bir üniversite için, bireyin siyaseten baskın bir ideolojinin titreten-felç edici etkisinden korkmaksızın, görüşünü ifade etmekte kendisini özgür hissetmesinin güvence altında olmasından daha temel bir ikinci şey yoktur.”

***

Bugün bu olaydan pek de farkı olmayan başka bir haberle karşılaştım.

Sivas Katliamı’nda yaşamını yitiren şair Metin Altıok’u hepimiz biliriz. İki ay kadar önce Madımak Oteli’nin önünde,ölenlerin anısına yaptırılan “yaşamını yitirenler plaketi”nin üzerine katliamcılardan ikisinin de ismi yazılınca,Metin Altıok’un kızı Zeynep Altıok Alatlı çileden çıkarakSaldırganla mağdurun adını birlikte yazmak şuursuzluk ya da aymazlık değildir. Bu bilinçli yapılmış bir tercihtir. Meydan okumadır, gözdağı vermektir, kudret gösterisidir, vicdansızlıktır, hakarettir, saygısızlıktır.” demiş ve babası Metin Altıok'un adının o plaketten kaldırılmasını talep etmişti.

Bugünkü haber,Zeynep Altıok Alatlı’nın Doğuş Üniversitesi’ndeki Kurumsal İletişim Birimi Sorumluluğu görevine bu açıklamaları yüzünden son verildiği yönündeydi. Ben de üniversitelerin düşünce ve ifade özgürlüğüne en çok önem vermesi gereken kurumlar olması gerektiğinin bilincinde olduklarını düşünerek,Doğuş Üniversitesi’nden Columbia Üniversitesi minvalinde bir tekzip beklemiştim.

Aşağıdaki satırları okuyunca boşa beklediğimi ve bu ülkede kafaların bir başka çalıştığını bir kez daha anladım:

"Doğuş Üniversitesi’nin kurumsal kimliğini, hedeflerini, stratejisini belirlemek gibi oldukça önemli bir konum olan Kurumsal İletişim Birimi’nin, tüm siyasi tartışmalardan, kişisel görüşlerin yansıtılmasından uzak, sadece kurumun kimliğini öne çıkaracak çalışmaların odağı olması gerekmektedir."

***

Bir yanda İsrail Karakolu’na taş atan Edward Said, diğer yanda babasının anısına saygı duyulmasını isteyen Zeynep Altıok Alatlı…

İki üniversitenin bu iki insana olan yaklaşımındaki farkı görebildiniz mi ?

Aslında Edward Said’in,kişisel tepkisini aktif olarak gösterdiğinden,Alatlı’nın sadece görüşünü bildirmesinden daha ileriye gittiğini söylemek abesle iştigal olmaz. Fakat gel gör ki;Doğuş Üniversitesi’nin Alatlı’ya olan reaksiyonu,ülke olarak düşünce ve ifade özgürlüğüne yaklaşımımızın,düşünce ve ifade özgürlüğünün temeltaşı olması gereken üniversitelerimize baktığımızda bile diğer ülkelerden ne kadar geride olduğunu ortaya koyuyor.

Peki bu ülkemizde bugüne kadar yaşadığımız tek örnek miydi ?

Hatırlayın,2010’da Tempo Dergisi Bilgi Üniversitesi’nde Görsel İletişim Tasarımı Bölümü’nde okuyan Deniz Özgün’ün bitirme projesi olarak kampüste porno film çektiğini haber yapmıştı.

Bölümün kurucusu ve başında bulunan Prof.Dr. İhsan Derman da “Ben ahlak polisi değilim ki. Ben ona konuyu belirlediğinde telkinlerde bulundum. Zor bir konu olduğunu, zorlanabileceğini belirttim. Fakat yaparım dedikten sonra ise her öğrencime davrandığım gibi davrandım. Sonuçta biz projelerin videoların içeriğine karışmıyoruz. Bu videoları teknik olarak değerlendiriyoruz. Verdiğim not da teknik yeterlilik ile ilgili. Porno projesi olması benim değerlendirmemi değiştirmedi.” diyerek akademik açıdan çok tutarlı bir açıklama yapmıştı.
Peki ne oldu ? Bilgi Üniversitesi hocayı görevden aldı !

***

Hatırlıyorum,2006 yılında 'Avrupa Birliği ve Türkiye ilişkilerinin toplumsal etkileri' konulu bir panel yapılmıştı. Konuşmacılardan Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Atilla Yayla;Kemalizm'in ilerlemeden çok gerilemeye tekabül ettiğini ifade etmişti.
Hoca,Türkiye'deki tabulaştırmanın ve tartışma ortamının ne kadar muazzam(!) boyutlarda olduğunu bildiğinden “Kemalizmle ilgili tezime karşı bir tez bekliyorum. Ancak umutlu değilim. Önemli olan bu tartışılsın ama kavga ortamı doğmasın.” diye eklemeyi de ihmal etmemişti !

Adam bunların üstüne bir de Türkiye'nin AB süreciyle ilgili olarak “İleride bizlere 'Neden her yerde tek adamın heykelleri,fotoğrafları var?' diye soracaklar. Üstünü örtemezsiniz. Bu mutlaka tartışılacaktır. deyince, bazılarının yemeğine tuz biber ekmiş oldu ! Gazi Üniversitesi derslere girişini yasaklamıştı hocanın“Atatürk'e hakaretten” açılan ceza davalarını saymıyorum bile,o zaten ayrı bir konu başlığı...


***

Başta ne demiştik ? Toplumumuzda haddinden fazla bir kutuplaşma var ve her ne kadar homojen bir toplum yapısı kurulmaya çalışılmış olursa olsun,çok farklı etnik ve dini yapının varolduğu bu coğrafyada,uzun vadede farklı düşüncelerin üretileceği ve değişik yaşam biçimlerinin iyice ortaya çıkacağı tartışılmaz… Modern dünya bütün bu özgürlük dalgasının içinde ve bilincinde olarak “farklılıklara hoşgörü” mecrasından akıyor. Bu mecranın da musluğunu ancak, “düşünce ve ifade özgürlüğü” açabilir.
Üniversiteler de geleceğin akil toplumunu yetiştiren kurumlar ve bir yerde toplumun gelişmiş kesiminin bir aynası vazifesini görüyorlar.

Bu bağlamda; -bilerek- toplumdaki değişik kesimlerin tepkisini çekebilecek değişik örnekler verdim. İnanın verilen bir örneği okurken üniversitenin ne kadar bağnaz olduğunu düşünüp de,diğer örnekte üniversiteye hak verenler çıkacak aramızda…

Bence asıl sorun da burada… Biz , aslında hepimiz düşünce özgürlüğünü savunuyoruz, ama çoğunlukla bizimle aynı düşüncede olanlara !

Yine de,Columbia Üniversitesi Rektör Yardımcısı Jonathan Cole’un,Edward Said’i savunduğu o müthiş açıklamasında John Stuart Mill’in “Özgürlük Üzerine” adlı eserinden alıntıladığı tek cümle,bilinçaltımızdaki hoşgörüsüzlüğü bertaraf etmemize karşı bir ışık tutabilir umuduyla… :

"eğer tüm insanlığın, farklı düşünen tek bir kişiyi susturmasını haklı buluyorsanız, gün gelip o tek kişinin iktidarı ele geçirdiğinde tüm insanlığı susturmasına karşı çıkmaya da hakkınız olmaz..." (on liberty, chapter ii, p.23 of the robson edition of john stuart mill a selection of his works)



    

23 Eylül 2011 Cuma

Ne değişti ? (yazmaya övgü)

Eskiden arabanın buğulu camında tutardım elimi,çekip burnuma götürdüğümde panço cipsinin o bayatlayınca kirli çorap esansını andıran kokusunu alırdım. Tiksinç şeylerden mutluluklar üretmekte üstüme yoktu. Yağmur sonrası çatılardan şıpşıplayan suların altından geçerdim herkes o kirli sudan kaçarken mesela… Jöle niyetine saçımı tarardım o suyla…

Çok kirlenmek isterdim;mahalle maçlarında hiç de topu kapmak için değil,safi eve döndüğümde anneme iş olsun diye defalarca yerden yere atardım kendimi. Her şeyi gereğinden fazla abartmayı severdim. Herşey defalarca olmalıydı,defalarca…

Babamdan 20.000 lira haftalık alıyordum ve o parayla nitelik olarak neyi en çok alabiliyorsam sadece onu almayı planlıyordum.  Bu “fordist” tüketim isteğim,o zamanlar kutusu 3.000 gayme –ki bu gayme mahallenin abilerinin lira yerine kullandığı para birimiydi ve bizim mahallede lira/gayme paritesi T.C Merkez Bankası’ndan bağımsız olarak sabitlenip 1 (bir) olarak kabul edilmişti- olan Coca Cola’dan haftada 6 tane alma kararıma öncülük ediyordu.

Kalan paramı Tommiks-Teksas romanlarına yatırıyordum ve “Yine mi bu mecmuaları okuyorsun?” diye çığıran anneanneme kıl oluyordum. O zamanlar anneanneme,onun emri doğrultusunda -dikkat kesilin,nine de değil- nene demek zorundaydım ki bu da ona ayrı bir ifrit olma vesilesiydi. Esasen -toprağı bol olsun- çok iyi bir kadındı,ve hayatımda beni en çok seven kadındı belki de ama tek kusuru hemen hemen hayatımda varolmuş her kadın gibi,hep onunla olmamı ve ondan başka bir şeyle çok ilgilenmememi istiyor olmasıydı. Onun bildiği tek aktivite doktorculuk oynamaktı,bense tiksinç şeylerden mutluluklar üretip kirlenmek istiyordum,bir de fütursuzca Cola içip Tommiks okumak…

Kafka’nın “Yasanın önünde” öyküsündeki silik kahramanımız yıllarca yasanın giriş kapısında beklemişti. Kapı bekçisi gözünü öyle bir korkutmuştu ki,giriş izni almadan giriş kapısından adım atamayacağı kafasına yerleşmişti.  Kapı bekçisinin dediğine göre,kahramanımız bu kapıdan girse bile,bu daha en kolay girebileceği kapıydı ve ileride onu daha kudretli kapıların önünde bekleyen daha kuvvetli bekçiler bulunmaktaydı. Kahramanımızın silik olmasının nedeni,çok istemiş olmasına rağmen ilk kapıdan girmeye bile cesaret edemeyip ömrünü kapının önünde tüketmiş olmasıydı.

Ve fakat ölmek üzereyken silik kahramanımız,bir deli cesaretiyle ilk kapının önündeki bekçiye, “Herkes yasaya ulaşmak için çabalar,nasıl oldu da bu birçok yıl içinde benden başka kimse giriş izni talep etmedi?” diye sorunca,o hayalkırıklığına uğratan cevabı alır : “Burada senden başka kimse giriş izni alamazdı,çünkü bu giriş sadece sana ayrılmıştı. Şimdi gidip onu kapatıyorum.” !

Ne zaman bu öykü aklıma gelse,bahsedilen kapıları hayatın belli dönemlerinde aralanması gereken,yaşanan kişisel deneyimler ve üretilen düşüncelere açılan özgün tapınakların girişleri diye düşünürüm ben,bekçileri de belki cesaretimizi toplayıp yıkmamız gereken korkularımızdır. Dün tiksinç şeylerden mutluluklar üretip kirlenmek istiyordum,bugün aynı çocuksu heyecanla insanları ve hayatı dikkatle gözlemliyorum. Fütursuzca Cola içip Tommiks okuduğum günleri daha dün gibi hatırlarken;şimdi hayatıma dair ne varsa,neyi görüp üzerinde düşünüyorsam yazmak istiyorum.Belki gecenin kör vakti izlenerek dumura uğratan bir filmin en kıyak sahnesini ya da bindiğim metrobüsteki yaşlı teyzenin kulak misafiri olduğum tirajikomik hikayesini, tuttuğum takımın hal ve gidişatından tutun da başbakanın dediğinden ne anladığıma kadar… Hayat benim için her dönemde gözlemleyince ve sonrasında da düşüncelerimi özgün bir şekilde yansıtınca güzelleşiyor. 

Yazmayacak olsam ölecekmişim gibi geldi,ama siz okumazsanız ölmezsiniz.

Bence, yani galiba…;)