Liberalinden muhafazakarına,tatlı su solcusundan ılımlı İslamcısına,kim “düşünce özgürlüğü” ve “ifade özgürlüğü” hakkında atsa mangalda kül bırakmıyor.
Halbuki birbirinden farklı birçok konu başlığında kompleks olarak kutuplaştığımız tartışılmaz bir gerçek ve kutuplaştıkça da insanların birbirlerinin düşüncelerine ve yaşam tarzına karşı hoşgörüsüzlüğü toplum yaşamında daha da açığa çıkıyor.
Toplumda varolan farklılıklara karşı hoşgörüsüzlüğü bir kenara bırakırsak,bir ülkedeki düşünce ve ifade özgürlüğünün ne derece ileride olduğunu nereye bakarak anlarız ?
Bence,asıl amacı özgür olarak bilim ve özgün düşünce üreterek toplumun itici gücü olması gereken üniversitelerin bu konuda nasıl hareket ettiklerine bakmak,konuyla ilgili hangi seviyede olduğumuzu görmek için yeterli bir kriter olabilir.
****
Önce 2000 yılındaki Edward Said olayını hatırlayalım.
Columbia Üniversitesi Öğretim Üyesi,Karşılaştırmalı Edebiyat Teorisyeni Prof. Edward Said; o tarihlerde kanının kaynadığı Filistin meselesinde aktivist damarını tutamayıp Lübnan sınırındaki İsrail karakoluna taş atınca (yanlış duymadınız,taş attı adam!) ve yukarıda gördüğünüz kare de medyada büyük yer bulunca,Amerika’daki İsrail lobisi ayağa kalktı. Columbia Üniversitesi’nin üstünde kurulan baskı,Prof. Edward Said’in öğretim üyeliğine derhal son verileceğinin işareti gibiydi.
Ve fakat üniversite yönetiminden,Rektör Yardımcısı Jonathan Cole’un, John Stuart Mill’in “Özgürlük Üzerine” eserinden referans vererek kaleme aldığı o harika açıklama gelmişti :
"…eğer said'in özgürce yazma ve konuşmasını güvence altında tutmayı reddedeceksek, bir sonraki bastırılanın kim olacağını da, kimin fikirlerini çekinmeden ifade edeceğini belirleyen engizisyon üyesinin kim olacağını da şimdiden düşünmeye başlamamız yerinde olmaz mı?
...bir üniversite için, bireyin siyaseten baskın bir ideolojinin titreten-felç edici etkisinden korkmaksızın, görüşünü ifade etmekte kendisini özgür hissetmesinin güvence altında olmasından daha temel bir ikinci şey yoktur.”
***
Bugün bu olaydan pek de farkı olmayan başka bir haberle karşılaştım.
Sivas Katliamı’nda yaşamını yitiren şair Metin Altıok’u hepimiz biliriz. İki ay kadar önce Madımak Oteli’nin önünde,ölenlerin anısına yaptırılan “yaşamını yitirenler plaketi”nin üzerine katliamcılardan ikisinin de ismi yazılınca,Metin Altıok’un kızı Zeynep Altıok Alatlı çileden çıkarak “Saldırganla mağdurun adını birlikte yazmak şuursuzluk ya da aymazlık değildir. Bu bilinçli yapılmış bir tercihtir. Meydan okumadır, gözdağı vermektir, kudret gösterisidir, vicdansızlıktır, hakarettir, saygısızlıktır.” demiş ve babası Metin Altıok'un adının o plaketten kaldırılmasını talep etmişti.
Bugünkü haber,Zeynep Altıok Alatlı’nın Doğuş Üniversitesi’ndeki Kurumsal İletişim Birimi Sorumluluğu görevine bu açıklamaları yüzünden son verildiği yönündeydi. Ben de üniversitelerin düşünce ve ifade özgürlüğüne en çok önem vermesi gereken kurumlar olması gerektiğinin bilincinde olduklarını düşünerek,Doğuş Üniversitesi’nden Columbia Üniversitesi minvalinde bir tekzip beklemiştim.
Aşağıdaki satırları okuyunca boşa beklediğimi ve bu ülkede kafaların bir başka çalıştığını bir kez daha anladım:
"Doğuş Üniversitesi’nin kurumsal kimliğini, hedeflerini, stratejisini belirlemek gibi oldukça önemli bir konum olan Kurumsal İletişim Birimi’nin, tüm siyasi tartışmalardan, kişisel görüşlerin yansıtılmasından uzak, sadece kurumun kimliğini öne çıkaracak çalışmaların odağı olması gerekmektedir."
***
Bir yanda İsrail Karakolu’na taş atan Edward Said, diğer yanda babasının anısına saygı duyulmasını isteyen Zeynep Altıok Alatlı…
İki üniversitenin bu iki insana olan yaklaşımındaki farkı görebildiniz mi ?
Aslında Edward Said’in,kişisel tepkisini aktif olarak gösterdiğinden,Alatlı’nın sadece görüşünü bildirmesinden daha ileriye gittiğini söylemek abesle iştigal olmaz. Fakat gel gör ki;Doğuş Üniversitesi’nin Alatlı’ya olan reaksiyonu,ülke olarak düşünce ve ifade özgürlüğüne yaklaşımımızın,düşünce ve ifade özgürlüğünün temeltaşı olması gereken üniversitelerimize baktığımızda bile diğer ülkelerden ne kadar geride olduğunu ortaya koyuyor.
Peki bu ülkemizde bugüne kadar yaşadığımız tek örnek miydi ?
Hatırlayın,2010’da Tempo Dergisi Bilgi Üniversitesi’nde Görsel İletişim Tasarımı Bölümü’nde okuyan Deniz Özgün’ün bitirme projesi olarak kampüste porno film çektiğini haber yapmıştı.
Bölümün kurucusu ve başında bulunan Prof.Dr. İhsan Derman da “Ben ahlak polisi değilim ki. Ben ona konuyu belirlediğinde telkinlerde bulundum. Zor bir konu olduğunu, zorlanabileceğini belirttim. Fakat yaparım dedikten sonra ise her öğrencime davrandığım gibi davrandım. Sonuçta biz projelerin videoların içeriğine karışmıyoruz. Bu videoları teknik olarak değerlendiriyoruz. Verdiğim not da teknik yeterlilik ile ilgili. Porno projesi olması benim değerlendirmemi değiştirmedi.” diyerek akademik açıdan çok tutarlı bir açıklama yapmıştı.
Peki ne oldu ? Bilgi Üniversitesi hocayı görevden aldı !
***
Hatırlıyorum,2006 yılında 'Avrupa Birliği ve Türkiye ilişkilerinin toplumsal etkileri' konulu bir panel yapılmıştı. Konuşmacılardan Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Atilla Yayla;Kemalizm'in ilerlemeden çok gerilemeye tekabül ettiğini ifade etmişti.
Hoca,Türkiye'deki tabulaştırmanın ve tartışma ortamının ne kadar muazzam(!) boyutlarda olduğunu bildiğinden “Kemalizmle ilgili tezime karşı bir tez bekliyorum. Ancak umutlu değilim. Önemli olan bu tartışılsın ama kavga ortamı doğmasın.” diye eklemeyi de ihmal etmemişti !
Adam bunların üstüne bir de Türkiye'nin AB süreciyle ilgili olarak “İleride bizlere 'Neden her yerde tek adamın heykelleri,fotoğrafları var?' diye soracaklar. Üstünü örtemezsiniz. Bu mutlaka tartışılacaktır.” deyince, bazılarının yemeğine tuz biber ekmiş oldu ! Gazi Üniversitesi derslere girişini yasaklamıştı hocanın. “Atatürk'e hakaretten” açılan ceza davalarını saymıyorum bile,o zaten ayrı bir konu başlığı...
***
Başta ne demiştik ? Toplumumuzda haddinden fazla bir kutuplaşma var ve her ne kadar homojen bir toplum yapısı kurulmaya çalışılmış olursa olsun,çok farklı etnik ve dini yapının varolduğu bu coğrafyada,uzun vadede farklı düşüncelerin üretileceği ve değişik yaşam biçimlerinin iyice ortaya çıkacağı tartışılmaz… Modern dünya bütün bu özgürlük dalgasının içinde ve bilincinde olarak “farklılıklara hoşgörü” mecrasından akıyor. Bu mecranın da musluğunu ancak, “düşünce ve ifade özgürlüğü” açabilir.
Üniversiteler de geleceğin akil toplumunu yetiştiren kurumlar ve bir yerde toplumun gelişmiş kesiminin bir aynası vazifesini görüyorlar.
Bu bağlamda; -bilerek- toplumdaki değişik kesimlerin tepkisini çekebilecek değişik örnekler verdim. İnanın verilen bir örneği okurken üniversitenin ne kadar bağnaz olduğunu düşünüp de,diğer örnekte üniversiteye hak verenler çıkacak aramızda…
Bence asıl sorun da burada… Biz , aslında hepimiz düşünce özgürlüğünü savunuyoruz, ama çoğunlukla bizimle aynı düşüncede olanlara !
Yine de,Columbia Üniversitesi Rektör Yardımcısı Jonathan Cole’un,Edward Said’i savunduğu o müthiş açıklamasında John Stuart Mill’in “Özgürlük Üzerine” adlı eserinden alıntıladığı tek cümle,bilinçaltımızdaki hoşgörüsüzlüğü bertaraf etmemize karşı bir ışık tutabilir umuduyla… :
"eğer tüm insanlığın, farklı düşünen tek bir kişiyi susturmasını haklı buluyorsanız, gün gelip o tek kişinin iktidarı ele geçirdiğinde tüm insanlığı susturmasına karşı çıkmaya da hakkınız olmaz..." (on liberty, chapter ii, p.23 of the robson edition of john stuart mill a selection of his works)